Doğuda ama sanki deniz kıyısında... Doğası, sofrası, kaleleri ve kedileriyle ünlü. İki dine ait tarihi ibadethaneleri, Edremit’ten Erciş’e sahil yerleşimleri, yakın çevresinde Tatvan, Adilcevaz, Ahlat gibi (Bitlis’e bağlı) birbirinden ilginç ve güzel kasabaları ile Van, potansiyeli doğrultusunda bölgenin turizm merkezi olma yolunda ilerliyor.
Ağrı Patnos’ta, 70’li yılların başında askerdim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmiş, Ordu da stajımı tamamlamıştım. Avukatlığa başlamadan askerliği aradan çıkarmaya karar verdim. Önce Tuzla’ya, oradan kura sonucu Patnos’a atandım. Van’ı ilk kez o yıllarda, bir görev nedeniyle gittiğimde gördüm. Ordu’dan Patnos’a (en az üç kez araç değiştirerek) giderken gördüğüm Anadolu şehirlerinden oldukça farklıydı. Doğudaydı ama sanki deniz kıyısındaydı.
‘Van Denizi’ deyimini sanırım ilk o günlerde duymuştum. Ağrı’nın sıcak, kurak bozkırından sonra Van bana sakin, huzurlu bir sahil kasabası gibi göründü. Havasını deniz özlemiyle içime çektiğimi anımsıyorum. Göl kıyısındaki iskeleye uzanan yol, iki yanındaki yüksek ağaçlarla gölgelenmişti. Yıllar sonra bu ağaçları, 12 Eylül askeri yönetimin atadığı valinin ‘kırsal görüntü veriyor’ diye kestirdiğini anlattılar. Dönüş yolunda Erciş’e doğru giderken çay içmek için durduğumuz göl kıyısında kocaman bir sukaplumbağası gördüm. İlk kez gördüğüm için ilgimi çekmişti. Halk arasında ‘Van canavarı’ diye söz edilen efsanevi yaratığın bu kaplumbağa olduğunu hep düşünürüm.
Simgelerin üstünde yükseliyor
Van’ın simgesel yapılarından biri, Ahtamar (Akdamar) Adası’ndaki eski ve büyük Surp Haç Ermeni Kilisesi. Kilise, 2005-2007 yılları arasında restore edilmişti. 2010’dan bu yana da -Trabzon Sümela’da olduğu gibi- eylül ayında bir gün dinsel tören yapılıyor. Ülke içinden ve dışından gelen katılımcılar sayesinde yörenin bilinirliği gün geçtikçe artıyor. Van Kalesi, bir hançer sırtı görkemiyle şehrin eteğinden göle doğru uzanıyor. Kalede surlar, eski yapılar önemli ölçüde restore edilmiş. Yamaçlarının iki yanında 2010’dan bu yana bir bilim ekibi, büyük bir aşkla, gayretle çalışıyor, kazı yapıyor. Bir yanından binlerce yıl önceye inen Urartu izleri ve eserleri çıkıyor, öte yanında Ulu Cami, Hüsrev Paşa Külliyesi, Kaya Çelebi Camii gibi yüzlerce yıl öncenin Selçuklu ve Osmanlı yapıları ayağa kaldırılıyor.
Kale eteğinde, 2012 yılının 12 Eylül günü (hiç unutmam!) temelini atarken 2013’ün Cumhuriyet Bayramı’nda kabasını, 2014’ün 19 Mayıs’ında da tamamını bitireceğimizi hayal ve ilan ettiğimiz yeni müze -neden olduğu bilinmez- hâlâ açılış bekliyor. Van arkeolojik ve tarihi eserler açısından çok zengin. Kentin içindeki eski müze yetersiz. Yeni müzelerin Gaziantep’in, Şanlıurfa’nın, Hatay’ın kültür turizmine kattığı ivme gibi, ‘Urartu Müzesi’nin tamamlanması ve ziyaretçilere açılması Van’a çok şey katabilir.
Van, yeme-içme meraklıları için de bir şölen alanı. Yörenin doğal ürünlerinden oluşan sofra zenginliğinin yanı sıra, ‘Van kahvaltısı’ ülke ölçeğinde haklı olarak marka düzeyine ulaştı. Bütün bu tarihsel ve doğal güzellik ve zenginlik içinde beni Van’a asıl bağlayan, bu şehirle neredeyse akrabalık duyguları taşımama neden olan başka bir şey var; özgür yaradılışlı, güzel olduğu kadar hırçın, bir o kadar da sevecen bir varlık: Van kedisi. Dünyanın en güzel yaratılmışlarından biri! 10 yıla yakın o, bizim evin en önemli bireylerinden biri. Yakınları, kardeşleri, soydaşları Van’da yaşıyor. Sadece onların mavi-yeşil gözleriyle derin bakışlarını görmek için bile Van’a gitmeye değer.
Doğasının güzelliği, tarihinin zenginliği
Van, kaleleri, höyükleri, kiliseleri, camileri kadar doğasıyla da çok güzel bir yurt köşesi. Merkezdeki -tarihi adıyla- Tuşba Kalesi’nden başka Ayanis ve Çavuştepe Kaleleri arkeolojik buluntuları, Hoş’ab (Güzelsu) Kalesi, Muradiye Şelalesi ve Erçek Gölü ve benzeri birçok yöresi görkemli görünüşleri ile doğa ve tarih meraklıları için doyumsuz gezi ve gözlem alanları. (Hürriyet)