A.K. – Programımıza hoş geldiniz Sayın Toprak. Evvela Erbain Çıl Kırk isimli kitabınızın serencamı ile başlayalım dilerseniz.
F.T.- Hoş gördük ve hayırlı yayınlar diliyorum. Rabbim hayır kılsın inşallah.
Şimdi biz İslam kültüründeki erbain olgusunu konuşmaktan önce şu hususu vurgulayalım ki temelde kitabın ortaya çıkış serüveni kırk yaşına kadar yazdığımız çizdiğimiz çeşitli vesilelerle söylediğimiz sözlerin kitap formatında bir araya getirilmesinden ibarettir denebilir. Yani hareket noktamız kırk yaşına kadar ulaşabildiğimiz muhtelif konularda kaleme aldığımız yazılarımız, denemelerimiz, röportajlarımız, şiirlerimiz ve küçük oğlumuz için yazmış olduğumuz bir mektubun kitap formatında kalıcılaştırılmasıdır.
Değerler evrenimizdeki “söz uçar yazı baki kalır”, “hafızayı beşer nisyan ile maluldür”, “hafıza nankördür not almak esastır” özlü sözler muharrik sebeplerdir. İnternet sitelerindeki, dergi sayfalarındaki metinler bir kitap muhtevasına ulaşmasıyla ortaya çıkmıştır Erbain Çıl Kırk. İnternetin sanallığı ve dergi formatının kitabın yerini tutmadığı malum. Her ne kadar sanallık kitabı öldürecek diye bir tartışma varsa da ben bu düşünceye katılmıyorum ve kitabın yerinin ayrı olduğunu düşünüyorum. Bu manada kitap kitaptır. Hiç bir zaman kitabın yerini ne bir internet sitesi, ne bir gazete, ne bir dergi tutmayacaktır.
İşte kırk yaşını dolduran bir insan olarak burada bir parantezle ifade edelim ki kırk yaşının da bir sembolizmi mevcut. İslami dünya görüşünde kırk yaş gençlikten olgunluğa geçiş yaşıdır. İşte peygamberlik kırk yaşında gelir. Gençlik ergenlikle başlayan ve Kuranın ifadesiyle kırk yaşında nihayete eren bir dönemdir. Lakin gençlikten sonra hemen ihtiyarlık dönemi gelmiyor. Olgunluk dönemi denen İslam düşüncesinde kuhulet denen belki de en verimli bir dönem başlıyor. Şimdi bizde bu döneme adım attığımızdan sebep gençlik çıraklık döneminde yazıp çizdiğimiz neler var bu manada toplayalım kitap formatında olsun dedik ve bu manada kitaba kırk ismini koyduk. Tabi kırk isminin hem Arapçasını hem Türkçe, Kürtçe ve Farsça dört dildeki karşılığından mülhem üç kelimeyi kitaba başlık kıldık. Bunlarda dünya görüşümüzü, düşünce evrenimizi kültürel hâsılasını belirleyen dört temel dil vardır. Orta Doğu coğrafyası üzerinden konuşuyorum sınırları ve Misak-ı Milli'yi de sorgulayan bir akılla Bu manada coğrafyamızda belirleyici olan dört temel dil ve kültür mevcuttur bizi beslendiğimiz, büyüdüğümüz ve kendisiyle düşünce evrenimizi şekillendirdiğimiz. Kürtçedeki sayı sisteminin Farsça'yla aynı olduğunu biliyoruz. Çıl kavramı bu manada iki dilide ifade ediyor. Erbain Arapçada Kırk demek ve Türkçedeki Kırkla beraber kitap ismi şekillenmiş oluyor.
Kısa bir giriş babında birkaç cümle daha söylemek istersem erbain olgusu islam düşüncesinde zaten tasavvufta bir karşılığı var. İşte kırk günlük riyazet, halvet hali vardır. İnsan kemale ermek için seyri sülükte kendini Allah' a giden yolda olgunlaştırmak, insani zaaf ve eğilimlerini dizginleme noktasında kırk günlük bir halvet ve riyazet yaşar ki buna Farsça ve Kürtçe'deki çıldan mülhem çile çekmek derler. Çile çekmek aslında bu kırk günlük bir hurma ile bir bardak suyla yetinmek kişinin kendini manevi tekamül yolunda ilerletmesi noktasında bir anlama tekabül eder ki bu kavram İslam düşüncesinde önem taşır. Yine erbain kavramının hadis külliyatımızda karşılığı var konulu kırk hadislerin derlenerek ortaya çıkarılması anlamında. Kırk hadisi bilmenin ve ona göre yaşamanın önemi sıklıkla vurgulanır literatürümüzde.
Erbain olgusunun bu geleneksel İslam düşüncesindeki karşılığı dışında bir de modern anlamda da kırk yaşına kadar yazdığı şiirleri Erbain adıyla kitaplaştıran yazar İsmet Özel olgusu var. Olguya farklı bir yorum katmış ve sadece kırk yaş şiirlerini toplamış yazarımız. Biz bu yaklaşıma bir başka şekil vererek kırk yaşına kadarki bütün kültürel hâsılayı ulaşabildiğimiz toplayalım dedik. Gerçekten de zamanla bazı metinler kıyıda köşede kalıyor, unutuluyor ama zamanla güncelliğini yitirmemiş sözlerimiz var. Bugünden dönüp baktığımızda bunu biz mi söylemişiz dediğimiz cümleler bile var. Hâsılı İsmet Özel'in şiirler üzerine yaptığını biz bütün kültürel hasılamız üzerinden yaptık.
Gerçi bir dostumuzun önerisi de vardı. Aslında bu kitaptan üç kitapta çıkabilirdi.
1-Kürt Meselesi üzerine yazılan yazılırın toplanarak genişletilerek bir kitap formatına dönüştürülebilmesi mümkündür.
2-Medrese üzerine yaptığımız çalışma olan “Çınarın Gölgesi” zaten bir kitap çalışması olarak ol tasarlanmıştı. Bu çaba çeşitli mânialarla tekâmüle eremedi.
3-Şiirler ve mektup şeklindeki edebi eserlerin ayrıca bir kitap çalışması olarak düzenlenebilirdi şeklinde bir öneri var.
A.K.- Kitabı dört başlıktan oluşturmuşsunuz haklı olarak dostlar böyle söyler. Neden her bir başlık bir kitap şeklinde değil diye.
F. T.- Bizde bunu olumlu bir eleştiri olarak haneye not aldık. Allah ömür verirde çeşitli vesilelerle başka zaman ve zeminlerde yine benzer muhtevadaki hâsılanın üretimi noktasında çaba göstermeye devam ederiz inşallah.
A. K.-Kırk yaşının önemini belki kırk yaşına varmayanlar bilmez diye düşünüyorum. Dilerseniz önce ben kitapla ilgili birçok başlık var. Kitabın içeriği bence çok önemli. Değerli dostlarımız Sayın Fırat Toprak'ın Erbain, Çıl, Kırk adlı kitabının içeriğindeki başlıklar çok önemli. Bu başlıklara bakarak herkes bu kitabı okumalıyım demeli ve diyecektir bence. Mesela Feda bilinci ve yakınlık, Kürt sorunu, Ortadoğu ve Ümmet, Kur'an Tasavvurunda İtidal, Dünden Bugüne Başörtüsü mücadelesi, Felahı Dareyne Davet, İslam Düşüncesi üzerine, Yeni Bir Başlangıç, Kürt Sorununda üç Tarz-ı Siyaset demişsiniz, Islah çabalarından Islah Proje Modeline, Özerk Kürdistan Taslağına Dair, Özerk Kürdistan Pratiği, Medeniyetin Söyleminin Arka Planı, Bir kısım İslamcı Kürtlere, Kürt İslamcılık mı Kürdistan İslamcılığı mı, İslamcılık-Muhafazakarlık sarkacı, İslamcılığın yapı sökümü, Dün ve bugün, İhvan ve rol modellik, Matem övgü veyl, Dünya görüşümüzün ıslah-ifsad bağlamı, Davay-ı Kavmiyet, Hareket Fıkhımızın Muhteva ve Formu, Mekki Vahyin Öncelikleri, Mücadele usulümüzün Kürtçesi, Mütekamil Ümmet Nazariyesi, Gelenek ve ulusalcılık bağlamında Kürt Sorunu, Umut İnsanı ve Çınarın Gölgesi. Yine ikinci bölümde röportajlar başlığıyla Müslüman Gençliğin Sorunları -ve evet büyük bir acı aslında sayın Toprak- Suriye'ye sorunlu yaklaşımlar ve Üçüncü Yol -ayrı bir dert- Önemli ama halk ayağı eksik bir açılım, Kürt sorunu üzerine. Üçüncü bölümde ise şiirler başlığıyla Şehadet, Kızıl tebessüm, Gülistan, Sen, Vuslat, Ufuk, Özlem, Cennet örtüsü, Yar, Zemheriden sonradır bahar, Deprenmiş şehre ağıt, Ağıt ve isyan. Dördüncü bölüm ise Ey oğul adlı bir mektupan ibaret.
Sayın Toprak Kürt Sorunuyla başlamak istiyorum. Nedir Özerk Kürdistan taslağına ve pratiğine değinmişsiniz Kürt sorunu ortadoğu ve ümmet kavramına değindiğinizi görüyorum. Gelinen sürece bakıyoruz ben önce sıcak gündemimizi kısaca değerlendirmenizi rica etsem. Dün sayın Arınç’ın ifadesi vardı .Ak Parti sözcüsü Bakanlar Kurulu toplantısının ardından çözüm sürecine mahkum ve mecbur değiliz dedi. Süreç ile ilgili bir sert çıkış olarak değerlendirebilirmiyiz.Arınç'ın konuşmalarını. Süreç nereye gider sizce?
F.T.- Şimdi bu coğrafya yaklaşık otuz yıldır Kürt sorunu özelindeki tartışmalarla meşguldür ve muhtemelen yakın vadede bu tartışmaların süreceğini öngörmek mümkün. Malumunuz çözüm süreci içerisindeyiz her ne kadar içeriği noktasında pek bilgimiz olmasa da çözüm süreci denen bir irade var en azından bunu biliyoruz iki taraf arasında. Şimdi içeriği yol haritası provokasyonlar var ama buna rağmen bir çözüm süreci var en azından kanın durması noktasında olumlu gördüğümüz. Son yaklaşık bir buçuk senedir. En azından çatışma ortamının bitmiş olduğunu görmemiz bizim için bizim için mutluluk kaynağıydı. Zaten bölge halkının da ekseriyetle çözüm sürecini desteklemesi bu pratik karşılıktan dolayıydı. 90’larda yaşanan çatışma süreci bölgeyi yaşanılmaz kılmıştı köy yakmalardan, faili meçhullere kadar devlet şiddeti ve karşı bir şiddet ile gelişen süreç içerisinde bölgede ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Ve bölge bir anlamda yaşanılmaz durumundaydı. 90’ lar sonrasında şiddetin nispeten azalmasıyla beraber 99’da Öcalan’ın yakalanması, Özal döneminde ki ateşkes-çözüm teşebbüslerinin akamete uğratılması bu kısa vadede ki arka plan tabi konuşabilir. Ama özellikle ben Ak parti ile başlayan birinci açılım süreci ki -kitabımızda ki metinlerin çoğu dönemsel olarak bu zamana tekabül etmekte ve o dönemde Türkiye’nin en büyük sorunu olan kürt meselesi hakkında Van’da yaşayan İslami değerleri önemseyen bir şahsiyetin düşündüğü üretiği yazılardır- ardından içerisnde bulunduğumuz ikinci açılım sürecine dair bu manada ne söylenebilir bizim söyleyecek bir sözümüz olmalı, bizim yaşadığımız hadiselere karşı duruşumuzun ve tavrımızın olması gerekir noktasından hareket etmekteyim. Çünkü bize böyle bir sorumluluğun uhdemize yüklendiği kanaatindeyim.
Gelinen birinci açılım süreci Oslo-Paris-Silvan arasında yol kazasına uğruyor orada geçen bir yıllık tahmini süreçte yine çatışmalı bir ara dönem yaşanıyor. İkinci açılım süreci dediğimiz şuan içinde olduğumuz son süreç başlıyor ve bu süreçte tam müzakere aşamasına geçildi ve aşama tarihsel noktaya geldi denilen süreçte yine savaş lobisinin devreye girdiğini görüyoruz. Gerçektende artık bölgemizde o kadar çok şey yaşanıyor ki komploculuğa kısmen kapı aralıyorum. Çünkü ne zaman bir somut neticeye varılacak, pratik adımlar atılacak gibi bir beklentinin olduğu zamanda gelirim süreçleri yaşanıyor. Tabi ki Kobani sürecinin belirleyici olduğunu görüyoruz yalnız bu Kobani sürecinin üzerinden sanki başka güçlerin başka hesaplar görmeye çalıştığını not etmemiz gerekir. Sağlıklı düşünebilmemiz adına yani iç ve dış siyasetteki karşılıkların kesinleştiği bölgesel denklem içerisinde ki hem küresel güçlerin hem de bölgesel güçlerin aktif olduğu örgütler, gruplar veya kişiler üzerinde politika belirlemeye çalıştığını da not etmemiz gerekir ve görünen o ki savaş siyasetin bittiği yerde başlıyor. Veya siyaset savaş dengesinin örgütler gruplar kendi çıkarlarını maksimize etmek için kontrollü gerginlik stratejisi olarak kullanıyorlar. Şuan için gördüğümüz kobani ile yaşanan gelişmelerde kontrollü gelirim siyasetinin bir üst aşamaya taşınmasıdır. Kanımca bu manada gelirim sürecinin tırmandırılacağıdır. Temennim aksi olmakla birlikte Kandil tarafından yapılan açıklamaların gerilimin tırmandırılacak yönde olduğu açık. Buna karşı hükümet tarafından da benzer açıklamaların geldiğini görüyoruz.
Bölgede “Devlet sokakları gençlik gruplarına teslim etmiş” şekilde bir algı oluşuyor ve “devlet nerede” şeklindeki sorunların da cevabı olarak en son Bülent Arınç’tan “Barış sürecine mahkûm değiliz” şeklinde açıklama geliyor. Yani “devlet buradadır kaosa fırsat vermeyeceğiz” şeklinde mesaj veriyor. Kamu düzenini tesis etme adına çünkü ciddi anlamda kamu düzeninin bozulduğu kanaati hâkim yaşanan hadiselerden, yakıp yıkmalardan, bölgede farklı grupların insiyatifi almaya dönük hamlelerden sonra. Bu duruma yönelik hükümetin seyirci kalmayacağını uzun vadede değerlendirebiliriz tabiatıyla. Çünkü hiçbir otorite son tahlilde kamu düzenin zaafa uğramasına uzun dönem tahammül etmez, etmemelidir. Bu manada şimdi bir yandan paralel yapıyla mücadele ettiğini söyleyen hükümetin mücadelesi nedendir. Çünkü otoritenin zaafa uğraması farklı otoritenin farklı anlamlarda kendine alan açması şeklinde mücadele veriyor. Benzeri durum Kürt sorunu meselesi içinde söz konusudur. Hiçbir hükümet farklı otoritenin kendisi adına alan açmasına müsaade etmeyecektir kanısındayım. Kamu otoritesinin tamamen tesis edilmesi gerekir ama bunu yaparken polis devletine de dönüşmemesi gerekir. Açık konuşalım ortada bir kaos ve anarşiyi hiç kimse istemez. İnsanlar hayatını normal idame etmek, işine gidip evine gelmeyi, ticaretini sürdürmeyi, eğitimini devam ettirmeyi ister. Kamu düzeni hani bizim İslam düşüncesinde en kötü düzen bilen düzensizlikten iyidir gerçektende yaşanan kaos ortamında bunu görüyoruz. Lakin bunun tersinden 90’lara dönüşü çağrıştıracak ne polis devleti nede faili meçhullerin yaşanmaması da elzem. Bir başka deyişle güvenlik özgürlük dengesinin sağlanması diye tabir edilen o hassas çizgidir aslolan.Bir yandan güvenliğin tesisi bir yandan hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmaması şeklinde bir orta yolu tuttura bilme iradesi önemli ve bu iradeyi kim ortaya koyacaksa ona bütün toplum kesimlerinin katkı sağlanması bence önemli.
A.K.- Özellikle sürecin nereye gidebileceğini bu ateşkes süreci bozulur mu ve genel durumda bir farklılık olur mu çatışma süreci yeniden başlar mı?
F. T.- Şu an itibariyle Kürt meselesini sadece silahlı bir grubun Türkiye’ye isyanı olarak değerlendiremiyoruz. Çünkü Kürt meselesi en azından şu an orta doğu denkleminde birçok bileşeni olan bir denklem giriftliğinde olduğu açıktır. Bu bir yönüyle Suriye’yi ilgilendiren bir meseledir diğer yönüyle Irakı ilgilendiren bir meseledir bir başka yönüyle İran’ı ilgilendiren bir meseledir. Ve özellikle bölgesel bir denklem babından etrafından dolanarak söyleyelim İran’ın bölgesel güç olarak kürt sorununda çok önemli bir aktör olduğunu görmek lazım. Sadece kürt meselesinde değil Şii hilali tabir edilen Lübnan’dan Suriye Irak ve Afgan’a kadar o havzada çok etkin bir rol aldığını bu manada Türkiye’nin kimilerince Sünni politika izliyor. Gerçekten bölgede bir kamplaşma olduğunu okuyabiliyoruz. İran’ın belirleyici etkin olduğu Türkiye’nin de Neo-Osmanlı politikası izlediği yani Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğuda tekrar söz sahibi olmaya dönük Ahmed Davutoğlu’yla başlayan hamleler yaptığını görüyoruz. Türk dış politikasının sadece Türkmenlerle ilgilenen yönüyle sınırlı olmayacağını görüyoruz. Ak partinin Kürtleri yanına çekerek ve Sünniler üzerinden orta doğuda alan açmaya dönük bir dış politikası olduğunu söyleyebiliriz. İran’ın da buna karşı özellikle şii hilalini takip ederek tehdit olarak Türkiye, Katar ve Suud karşıtı hamle yaptığını görüyoruz. Türkiye’yi rahatsız edecek en önemli unsurun ve ülkenin barış sürecini bozarak tekrardan silahlı şiddet döngüsüne geri dönmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu manada medyaya pek yansımayan Kasım Süleymani denen İran derin devletini belirleyiciliğindeki şahsın sürekli Kandil ziyaretlerini bence önemli bir veri olarak değerlendirmek lazım. Yani şu var orta doğuda devletler örgütler üzerinde savaşır. Suriye ve Irak temel savaş ortamı üzerinde İran, Türkiye keza Katar, Suud ve benzeri ülkelerde Sünnilik ya da Şiilik; Türklük -Kürtlük -Araplık gibi gerekçelerle savaş vermekte biliyorsunuz.
Ortadoğu’daki çatışmaların iki temel fay hattı vardır. Biri mezhepsel karakteri diğeri etnik karakteridir. Ortadoğu’da ki bütün çatışmalarda mezhep faktörünün ve etnisitenin belirleyicini görüyoruz. Zaten çatışmaların bir Kürt Türk Arap çatışmasına dönüşmesi eğilimi söz konusu. Birde şii ve sünni şeklinde ve bütün bu tablonun ortasında Türkiye’yi, İran’ı, Katar’ı, Suud’u söylemekle beraber temelde arka planda Amerika ve İsrail’in etken faktör olduğunu söylemeliyiz. Bölgesel denklem itibariyle Türkiye, İran, Katar, Suud gibi ülkeler aktif rol almakta ama üst akıl planında küresel güçlerin bölgede çok ciddi şekilde belirlici olduğunu görmemiz lazım. Ve ben şuna çok yüksek şekle itiraz edilmesi gerektiği kanısındayim. Orta doğunun bu günkü halini müteselsilen sorunlusu Amerika’dır. Çünkü küresel bir güç olarak dünya üzerinde ki bütün çatışmalarda bir şekilde rol almakta bir şekilde tarafları çatıştırmakta ve ne hazindir ki sonrada kurtarıcı olarak bölgedeki ürettiği suni örgütlerle İşid benzeri örgütler üzerinden çatışmaları tahrik etmekte sonrasında da kurtarıcı fonksiyonunda orta doğuya tekrar gelmektedir. Bunun teşhir edilmesi lazım medyatik algıya algı yönetimine teslim olmamamız gerekir. Yani ortada İşid zulmünü görmemiz lazım. Mezhep çatışmasında Maliki faktörünü görmemiz lazım Irak denklemini konuşacak olursak. Şimdi kürt meselesini bu denklemin içerisinde ele alıyoruz ve ancak bu denklemin içerisinde anlam kazanıyor. Yani PKK’yi sadece konuşmamız yetersiz kalıyor veya Türkiye’nin dış politikasını konuşmamız yetersiz kalıyor. Ortada Suriye ve Irak’ta bir yangın yerine dönmüş orta doğu var. Şimdi resmin tamamını okumamız ancak böylece mümkün. Sadece bir etnik kimlik üzerinde okuyamayız. Orta doğu’daki gelişmeleri ve hadiseleri sadece bir sünnilik üzerine okuyamayız. Bütün boyutuyla tahlil etiğimizde olayın mezhebi karakterini teslim etmemiz lazım. Olayın etnik karakterini teslim etmemiz lazım. Olayın petrole dönük iktisadi yönünü teslim etmemiz lazım ve olayın orta doğuda demokrasi getirme iddiasıyla aslında yeni diktatörlükler kurdurulduğunu teslim etmemiz lazım. Kanımca orta doğuya huzurun gelmesi bütün resmi okuyup ondan sonra buna göre teori ve pratik geliştirdiğimizde ancak mümkün olabileceğini görmemiz lazım. Şimdi bütün bu denklemin içerisindeki sorunu konuşmamız lazım. Bu an için hiç kimse bu mesele, Kürt meselesi ve sadece Türkiye’nin sorunu diyemez. Sadece Kobani sürecini konuşamayız resmi tamamını okuyabilmemiz gereklidir. Aslında taşlar yerinden oynuyor orta doğuda, haritalar yenide çiziliyor. Bu vasatta orta doğuda aslında haritanın olmayacağı yeni bir orta doğuyu tahayyül edebiliriz. Yani daha önceleri ümmetçilik dediğimiz yaklaşımdan hareketle sınırların kaldırılmasını söylediğimizde insanlar bu pratikte mümkün değildi diyorlardı. Aslında şuan ki kriz aslında en ciddi bir fırsattır. Krizler daima fırsatlara gebedir yani orta doğudaki bütün çatışmaların önce özelde orta doğuda genelde dünyada çatışmaların tamamı bir fırsata dönüştürülebilir. Bundan sonra daha geniş perspektif çizilebilir. Orta doğudaki çatışmaların ortaya çıkardığı asli suçluyu Amerika, bölgesel ve küresel güçleri görmemiz gerekir. Ki bu güçler bizi kan denizine gömerek, bizim kanımızı içerek aslında yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi alıp sonra tekrar kendilerine mahkûm ederek bir 10 yılı, bir 20 yılı kurtarmak gibi kısa ve orta vadeli planlar yaptıklarını görmemiz lazım. Bu resmi böyle bütünlüklü okumadıkça mutlaka bir yanı hep eksik kalacaktır. Olay sadece İşid düşmanlığından ibaret olmamalıdır. İşid’in zulmünün arkasında da aslında küresel güçlerin olduğunu söylememiz lazım ki kuklayı değil kuklacıyı hedef almamız bu bilinçle ancak mümkün olabilir. Ondan sonra bu fırsatla tekrardan bizim bizden başka dostumuz yoktur. Amerika çekip gidecek biz yine Kürtler, Türkler, Araplar ve Farslar birlikte yaşayacağız. Birbirimizi etnik ve mezhebi planda imha etmemiz mümkün değil yani orta doğuda bu halklar kalıcıdır. Küresel güçler çekip gidecek biz tekrar kardeşlik hukukumuz çerçevesinde adını koyarak, statüsünü belirleyerek bütün halkların orta bir zeminde insani ve İslami perspektifle bir arada yaşayabileceği bir vasatı inşa etmemiz elzemdir. Başka da bir çözümümüzün olmadığını da ifade etmek lazım ki zaten Kürt sorununa yönelik yazılarımızda da temelde bu Ümmetçi perspektif ön plandadır.
A.K.-Evet çok önemli konulara değindiniz aslında mezhep çatışmalarına çok zemin hazırlayan bir yapı var dolayısıyla orta doğuda kimilerince ülkelerin artık durduğu yerle duruşuyla ilgili eleştirilerde var yani Kürt sorunuyla orta doğuda ki İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin duruşuyla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Mezhebi bir kimliğe doğru orta doğuda bir hareket var gibi…
F.T.-Şimdi biz bütün bu süreci Arap baharı adı altında ele almamız lazım. Çünkü orta doğuda ki taşların yerinden oynaması Arap baharıyla gerçekleşti. Arap baharını da tartışmak gerekir. Arap baharı denen yada orta doğu intifadası denen veya neyse artık ortada bir sosyal ve politik kalkışma söz konusu yanı diktatörlüklere rıza göstermeyen halkların iradesi söz konusu bu Tunus’ta bir gencin kendisini yakmasıyla başladı ama demek ki bir toplumsal karşılığı vardır ki çeşitli hadiseler oluştu. Komploculuk muhakkak burada küresel güçlerin rolü var mıdır burada tartışılır küresel güçlerin oluşturduğu a,b ve c planlarında toplumsal güçlerinde belirleyiciliği söz konusu olmuştur. Yani küresel güçlerin her gelişimi kendilerinin lehine çevirmek için çalışırlar. Bunu teslim ediyoruz. Ama küresel güçler ilah değildir. Neticede her gelişme mutlak onların hesapladığı onların istediği yere gidiyor diye bir öngörüde bulunmakta bence çok sağlıklı olmaz. O manada yaklaşımımız şu çerçevede olmalı Arap baharıyla beraber orta doğuda ki diktatörlüklerin, suni sınırlarıngöreceliği net olarak ortaya çıktı. Bunların değişmesine yönelik bir irade var bu irade şuanda manüpile edilmeye çalışılıyor. Bu irade mezhep ve etnik çatışmalarla boğulmaya çalışılıyor. Bu noktayı görmek lazım, bunu görmediğimiz zaman analizler eksik kalır. Halkların orta doğuda ki diktatörlüklere yönelik isyanı çok önemli bir olaydır. Tarihsel bir kırılmadır. Bu kırılmayı kendi denkleminde yeniden kırmak için b planı devreye konuluyor. Bu nedir? Mezhep çatışmasıdır. Bu nedir? Etnik çatışmadır. Her zaman söylüyorum mesela Suriye savaşının mezhep karakteri öne çıktı. Iraktaki meselelerin mezhep karakteri öne çıktı. Bunlar doğrudur. Bu konuda failleri tespit ve suçlamaların başlarına eğer İran’ı 1. olarak koyarsak 2.sinin Suud olduğunu söylerim. Çünkü temelde bunlar mezhepçi propaganda yapmakta ve mezhebi alanda kendilerine siyasi hareket ve manevra alanı açtıklarını görüyoruz. Mezhepçilik üzerinde Türkiye’ninde yer yer Sünnicilik uyguladığına yönelik eleştiriler var. Bunu da söyleyebiliriz o manada Türkiye’nin tarihsel yönünden kalkışla mezhepçi ve etnik davranmaması gerekirdi. Her ne kadar İran bu manada Türkiye’yi mezhepçiliğe zorlasa dahi Türkiye’nin Osmanlı misyonuyla hareket etmesi gerektiğini söylüyorum. Eğer Osmanlı’da 41, 5 millet ve bin tane meslek meşreb ve mezhebi bir arada yaşatmış bir tecrübeyi ifade ediyorsa eğer bunu yeniden uygulaması gerekirdi. Bunu yapmak yerine İran’a karşı hamle olarak orta doğuda maalesef mezhep çatışmasını andıran çeşitli olaylarda Türkiye’nin dış politikasına dahil olduğunu bir eleştiri olarak söylememizde bir beis yoktur. Mezhep çatışması bizi bir birimize kırdıracak ve sonuçta bu küresel güçlere yarayacak. Ben her zaman şunu soylemekteyim: Ortadoğuda üç tane bölgesel güç vardır.Birini Türkiye görüyorsam ikincisi İran ve Üçüncüsü Mısır’dır diyorum. Suudi ve Katar gibi küçük rolleri denklem dışı tutmuyorum..Şüphesiz ama temelde üç belirleyici aktör Mısır Türkiye ve İran’dır. Orta doğudaki bütün sorunların çözümünde aslında bu üç iradenin yan yana gelmesi belirleyici olabilirdi. Malesef İran’ın Rusya denkleminde hareket etmesi ve alabildiğine mezhepçi politikalar izlemesi İran’ın orta doğuya söz söylemesi imkânını elinden alıyor. İranı mahkum ediyor .Yani bugün Lübnan’dan Suriye ve Irak’a uyguladığı mezhepçi politikaların Şiilik karekteri İran’ı sınırlandırıyor. İran’ın bölgesel gücünü sadece mezhepsel sınırıyla mahkûm ediyor. Türkiye’nin de yine orta doğudaki politikalarını Katar ve Suud üzerinden Sünnilik üzerinden dizayn etmesi yanlıştır. Bu politikadan vazgeçilmelidir. Şii topluluklarında monolotik olmadığını biliyoruz. Yani bu manada İran’ın tüm Şiiler adına söz söylemesi hakkının olmadığını ve Türkiye’nin de şii politikalarının olması gerektiğini düşünüyorum. Alevi açılımı bunun bir benzerdir belki ama bunun orta doğuda da karşılığını üretmesi gerektiği kanısındayım. Kürtlerle nihai bir barışın yapılması lazım. Barzani üzerinden yapılan ortaklaşmanın Pkk ve diğer Kürt dinamikler üzerindende yapılması ve Kürtlerin büyük orta doğuda kendilerine yakışan bir statü ile kendilerini ait hissedeceği ulusalcı olmayan çok renkli yani gülistan metaforunu bunun için kullanırız. Ulus devletlerin çıkışı yoktur. Ulus devlet dönemi bitmiştir. Kürtlerinde yeni bir ulus devletine razı olmaması gerekir. Bu manada zaten demokratik özerklik ve benzeri şeyler öne sürülür bizimde buna yönelik eleştirilerimiz var yazılarımızda buda var. Yani kon federalizm, federasyon, demokratik özerklik veya eyalet sistemi ne olursa olsun tartışılsın bunlar ve bunlara yönelik bizimde söyleyeceğimiz sözler olsun. Ama tecrübe edilen o ki ulus devlet çözüm değildir. Ulus devletin modern bir formu olan demokratik özerkliğinde teolojisini de pratiğini de gördük maalesef yeni acılar üretmekten başka bir anlam çıkmayacak. O manada Kürt entelektüellerin İslamcı entelektüellerin oturup bütün ulusların kendini rahatça ifade edebileceği, sosyal kültürel haklarıyla kendini geliştirebileceği ana dilde eğitimin olabileceği bu manada diğer insanların ötekileştirilmeyeceği bir arada yaşama iradesini oluşturmaları gerekir. Şimdi ben çok üst çerçevede konuşuyorum. Yani çünkü ortada ağaca bakıp ormanı ıskalayan bir tablo söz konusudur.
A.K.- Ağzı olanın konuştuğu bir zamandayız
F. T.- Sanal medyanında imkân verdiğini biliyoruz herkes bir şeyler söylüyor lakin değerlendirmelerin çoğunun ulusalcı hastalıkla malul olduğunu görünce ağaca takılıp ormanı ıskalayan perspektif örneklemi geçerliliğini koruyor. Bende ağacın hakkını teslim etmekle beraber ağacın orman içinde anlam taşıyacağına vurgu yapmak gerektiğinin altını çiziyorum. Meramın ifadesi için kifayet ediyordur sanırım.
A.K.-Kürt islamcılar başlığı yazıda var burada onada değinmek istermisiniz?
F. T.- Şimdi Kürt sorununda İslamcılar 1991 de Mazlum-der’in Ankara’da yapmış olduğu Kürt sorunu forumuyla beraber bir şekilde içerisindedirler her ne kadar ulusalcı çevreler ya İslamcılar nerdeler ne yapiyor şeklinde ithamlar olsa da. Biz biliyoruz ki Müslümanlar veya İslamcı entelektüeller bu manada kendilerini sorumlu hissediyorlar şimdi düşen yaprağa karşı kendini sorumlu hissetmesi gerektiğini salık veren bir öğretinin müntesiplerinin yanı başlarındaki bu can alıcı sorunlara karşı duyarsız kalmaları mümkün değildir. Bu tavır çeşitli vesilelerle, çeşitli forumlarla, konferanslarla, panellerle, basın açıklamalarıyla, eylemliliklerle gündeme geliyor. Lakin algıda seçicilik bunu görmüyor. Algı yönetimine maruz kalan insanlar kitleler genelde ulusalcıların yaptıklarına ve eylemliklerine odaklandıkları için İslami kesimlerin bu manada yaptıklarını göremiyorlar ve genelde itham etmek için biraz da art niyetle mahkûm etmekteler. Ben 2007’den bu yana belki onlarca panele, radyo konuşmasına ve konferansa katılmışız ki bir yekun tutmuştur bilirsiniz. İslamcı camiada 2. Kuşak İslamcı olarak kendimizi söylersek 1. Kuşak öncülerimizin emeklerini de teslim etmek ahde vefa gereğidir. Bu manada 2007 de onlarca yazı makale şiir yazmışsam büyüklerimizin yaptıklarını görünce bu hususta ciddi bir hâsılanın oluştuğunu teslim etmek lazım. Adelet bunu söyler yetersiz kalınmışmıdır bu öz eleştiriler yapılabilir kapıyı kapatmıyorum ama İslami kesimde bu konuda hatırı sayılır bir müktesebatın oluştuğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber bu tartışmaların bir boyutu da Kürt-İslam sentezi üzerinde yürüyor. Yani İslamcıların son süreçte ümmetçilik bizi oyalıyor mu? Kürtler Kürdistanilik formatında yeni yapılara yönelmelimi? şeklinde tartışmalar var. Bizim mahallenin özellikle bu bölgede insanların bu manada çeşitli oluşumlarda şekilleniyor. Düşünsel anlamda da ve çok keskin duygusal kopuşa yol açan İstanbul İslamcılığına yönelik eleştiriler var. Yani batıda ki İslamcılarımızın bu manada işte sorunlar Kürtlerin sorunları yeterince ilgilenmediğine dair eleştiriler söz konusudur. Ben bu eleştirilere kısmen hak vermekteyim lakin niyetin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu kanaatindeyim. Ki duygusal kopuşu salık vermek bir İslamcının tavrı olamaz
A.K.-İstanbul İslamcılığını konuşurken buna karşı yeni bir cephe oluşturmak mı kürt İslamcının oluşturduğu?
F. T.- Şimdi ben İslamcı kavramına da karşıyım aslında. Tartışmanın bu boyutunda İslamcılık nedir? Bu tartışmalar çok uzun tabi şimdi şu var galatı meşhur lugati fasihten evladır diye bir söz vardır yani bir söz artık şöhret bulmuştur yanlıştır ama toplumda yer edindiği için lugati fasih yerine meramın ifadesi amacıyla bunu kullanıyoruz. Yani çok net kesin bir cümle; çünkü İslamcı tabiride sorunludur bununda altını çizerim. Yoksa biz elbette kendimizi sadece İslamcı olarak değil Müslüman olarak görüyoruz. Biz kendimizi Müslüman olarak görüyoruz. Müslüman tabirini görünce bazı kesimlerin ötekileştirmesi söz konusu olabilir bu manada kendilerine İslamcı diyen Müslümanlar tabirini kullanmamız beklide meramın ifadesi babından daha sağlıklıdır. Şimdi yaklaşımımız şu İstanbul İslamcılığı diye tabir edilen Türk İslamcı bu tabirler sağlıklı değil İslam sentezi kabul etmez İslam mütekamil dünya görünüşüdür. İslam nevi şahsına münhasırdır ve kâfidir, yeterlidir. Allah katında din İslamdır. Kim ondan başkasıyla gelirse kabul olunmayacak. ayeti kerimesi nettir. İslam yeterlidir o zaman İslamı bir etnisiteyle sentez etmek Allahın hakkına saldırıdır. Arap-İslam sentezi Türk-İslam sentezi ne kadar sağlıksızsa Kürt-İslam sentezi de aynı şekilde sağlıksız olacaktır. O manada diğerlerine karşı çıktığımız gibi buna da karşı çıkıyoruz.
Çünkü diyoruz ki islam’ın ırk meselesine etnisite meselesine de zaten sağlıklı çözümleri mevcuttur. Kuran’a baktığımızda peygamber pratiğine baktığımızda bunlar ortadadır bu manada yeni bir sentez icad edip özellikle diğer etnisitelerle aramıza duvar örmemiz hem aklı selimin kabul edileceği bir şey değildir hem de kardeşlerimizin yanlışlarını düzeltmek için hikmetli bir tarz da değildir. Kardeşlerimizi etnik ayrıma tabi tutmak yerine Türk Müslümanlar yerine batıdaki müslümanlar ifadesi daha yerinde. Batıdaki Müslüman doğudaki Müslüman şeklinde bir kategorizasyon illa ki yapacaksak yoksa Türk Müslüman Kürt Müslüman ayrımı da sorunludur. Onun için batıdaki Müslümanların bu konuda eğer yetersizlikleri varsa tamamlamamız eksikleri varsa düzeltmemiz için bir istişare kanallarının açık olması lazım diyalog kanalı açık olması lazım. Buradaki kardeşlerimizde belki duygusal tepkilerle ürettikleri yeni bir milliyetçilik formu olan örtük milletçilik formu vardır. Bir milliyetçilik vardır ulusalcılık bir de örtük milliyetçilik vardır.
Şimdi milliyetçilik kavramı da yanlış bir kavramdır. Millet kavramı Kuran’da din olarak kullanılır şimdi bunları vurgulamak lazım. Konu aşar, genişler belki de süremiz ne kadar bilmiyorum. Millet kavramı Milleti İbrahime Hanife’ diye Kuranda geçer. Din anlamında geçer İbrahim’in yolunda, milletinde, dininde olanlar. Millet kavramının ulus kavramı olarak kullanıldığı bir karşılık yok. Arapçada bunun karşılığı kavimdir. Onun için biz davayı kavmiyet demişiz. Kavmiyetçilik kavramına aslına icrasına veri olmak kullanmak gerek. Milliyetçilik kavramı da galatı meşhur olduğundan lügati fasih yerine kullanıyorum. Yani bunuda söylemiş olalım. Bu bağlamda biz yeni milliyetçilikler üretmemiz yanlış olur. Kürt sorunuyla ilgilenmek illa Kürtçülük formları üretmemizi veya Kürt-İslam sentezciliği veyahut örtük milliyetçilik üretmemizi gerektirmez. Bu manada ümmet perspektifinden baktığımızda Kürtler içinde en tabi fıtri sosyal, hukuki ve statü boyutunda hakların neticeleneceğini söylüyorum. Benim birde Kürt sorununa yönelik farklı bir tarifim var. Kürt sorununu ben iç içe geçmiş dört boyutta değerlendiriyorum. Kürt sorunu ilkin bir etnik var oluş meselesidir. İlk önce Kürtler yok sayıldı. Dağ Türk’üydü. Kart kurttu dağda yürürken. Bu aşıldı. İkincisi sosyal kültürel haklar meselesi boyutu. Kürtçe konuşmak, Kürtçe eğitim yapmak vb. anadilde eğitim meselesi kâmilen henüz çözülemedi lakin oda aşılmaya doğru yüz tutuyor. Bu saatten sonra kimse Kürtlerinde ana dilde eğitim hakkı meselesini tartışmıyordur sanırım. Sadece bu yasal düzenlemelere kalmış atılacak adımlar boyutunda işte köylerin eski isimlerinin iadesi Kürtlerin kendi kültürlerini geliştirmeye yönelik basın yayın benzeri bu konuda da kültürel ve sosyal haklar konusunun yüzde doksan aşıldığını düşünüyorum. Yani Kürt sorunun 4 boyutunun ilk ikisinin kısmen aşıldığını söyleyebiliriz. 3. Boyut ise bugün çoğunun anladığı Kürtlerin statüsü meselesidir. Bu şuan en önemli mesele gibi duruyor çünkü hem türk ulusal hareketi açısından kürt milliyetçiliği açısından da devlet açısından da statü meselesi problemin ana omurgası hükmünde. İşte çözüm sürecinin sonunda nasıl bir statü verileceğini göreceğiz acaba Avrupa Birliği yerel yönetimler özerklik şartını imzalanması ve bunun kısmen genişletilmesi mi veya PKK’nin inşa etmeye çalıştığı demokratik özerk Kürdistan modeli mi bunların nasıl cereyan edeceğini önümüzdeki süreç belirleyecek. Kürt meselesinin 3 temel boyutu bunlardır. Ama bence Kürt meselesinin asıl omurgası 4. temel ayağı vardır ki buda Kürtlerin sekülerleşmesidir. Kürtlerin bu süreçte modern ulus inşa sürecine maruz kalması gelenek ve dini aidiyetlere yönelik mesafe ve tepkisel davranışlara yönelmeleri “ işte islam bizi geri bıraktı” meselesinden şimdi böyle bir tepkiyle şekillenen Kürt sorunun 4. ayağı bence bu görünmüyor ama asıl kürt sorunu statü meselesi aşıldıktan sonra bu noktaya varabilecek asıl kürt meslesi o noktada canlı bi şekilde yeniden yaşanacak bunu ön görüyorum kürt meselesinin böyle 4 temel saç ayağıyla tarif ediyorum.
A.K.- Bu süreçte cumhurbaşkanının açıklamalarını nasıl yorumlamak mümkün?
F. T.- O açıklamaları otoriter buyurganlığın tezahürü olarak değerlendiriyorum. O konuda zaten cumhurbaşkanın kışkırtıcı sözlerin olduğunu görüyoruz yani bu konuda gerçekten tahrik edici cümleler yani ben size luftediyorum tarzındaki tavırlar son derece yakışıksızdır. Allahın vermiş olduğu hakkı kim neye göre yasaklar. Hz. Ömer’e karşı o kadının miras meselesi var aklıma gelmişken söyleyelim mehir meselesinde Hz. Ömer çıkıp hutbede diyor ki şu miktarın üzerinde kimse artık mehir vermesin bir kadın camiden kalkıp diyor ki Allahın belirlediği hakkı sen nasıl yasaklıyorsun ve bu konuda bir kadın yaşlı bir kadın itiraz edebiliyor. Hz Ömerin olgunluğu odur ki kadın isabet etti Ömer yanıldı diyerek hatasından cayabiliyor. İşte bu olgunluk gerçekleştiğinde sorun kalmayacak.
A. K.- Çınarın Gölgesiyle devam edelim müsadenizle.
F. T.-Bu çınarın gölgesi diye bahsettiğimiz çalışma ben özellikle kültürel haklar kullanımında ilk aklımıza gelen şey ne olması lazım. Şimdi Kürtlerin yazı ve edebiyatı çok geri gitmiyor malumunuz araştırmacılar ehli teslim eder. Şimdi Kürt meselesi politik bir mesele gibi olduğu gibi insanlar hep bu olayın siyasi meselesini konuşuyor şu şunu dedi bu bunu dedi ama aslında ıskalanan bir nokta var bugün Kürt kültürünün sosyalitesinin devam mı aslında kürt medreselerin çabasıyla mümkün olabilmiştir. Yani Kürt milliyetçilerinin bu tabiri yine özellikle kullanıyorum. Genellikle kendilerini 1908 de ki Kürt teavün ve teali cemiyetine kadar götürürler. İsyan olarak ta daha 1880’lerdeki isyanlara kadar götürürler ama kültürel anlamda ilk Kürdistan diye çıkan dergiye ve benzeri ulusalcı işte babanzadelerin, bedirhanilerin yapmış olduğu ulusalcı çizgiye nispet ettirirler. Lakin bu nokta ıskalanmaktadır ki Kürtlerin sosyal ve kültürel var oluşu aslında kürt coğrafyasında yaygın olan o medreselerin neticesinde devam edegelmiştir. Kürtçe yazı ve edebiyatı zayıf sözel kültürü güçlü olan bir dildir ve bunuda özellikle kürt medreseleri sürdüre gelmiştir. Kürtçenin yaşatılmasında Kürt medreselerinin rolüne yönelik çok daha bakir bir alan var. Ve o alanda çok ciddi çalışmalar yapılması gerekir. Kürt medreselerinin bizim işleyişimizle büyük bir yönü buydu ama bir yönü de işte kürt medreselerin ıslah edilmesiyle yeni bir din eğitimi modeli oluşturabilir mi? Biz bu soruya cevap için bölgemizdeki on küsür hocayla görüştük onların verileriyle bir müfredat ortaya çıkarıp bunu pratize etmeyi hedeflemiştik. Lakin müfredat çalışmamız yeterince kemale ulaşmadığı için -henüz üzerinde çalışmayı hak ediyor ama biz bu manada sonra mela açılımı yapıldı hükümet tarafından son dönemde- biz sadece bu verileri istifade edeceklere sunalım istedik. Bizden sonra başka birileri çıtayı üst noktaya taşısın diye yeni bir ıslah modeli oluştursun şeklinde bu güne kadar elde ettiğimiz veriler bunlardır. Bunların alın siz kullanın şeklinde bu alandaki çalışanlara sunmak için kitaba koyduk. Aslında tekâmül ettirme noktasındaki çabamız çeşitli mânialarla engellenmeseydi bu başlı başına bir kitap çalışması olacaktı. Ben özellikle kürt meselesi planında bu noktanın ihmal edilmemesi gerektiği medrese mollalarımızın haklarının teslim edilmesini vicdanin borç olarak görüyorum. Kürt kültürüne yaptığı hizmetler boyutu önemli. Aynı zamanda o zaman bölgenin geleneksel karakteri 1970’lere kadar sümüştür bilirsiniz. Sonrasındaki göçlerde bir takım şeyler değişmiştir 1970’lere kadar Kürt coğrafyasında hem ilmi ve kültürel sahada kürt medreselerin varoluşunu görmekteyiz aynı zamanda mollaların sosyal hayatın da temeli esası ve reisinin olduğunu germekteyiz. Kan davası olduğunda hemen hakem rolündedir yani mahkemeye taşımadan olayın çözümünde rol oynamaktadır. Hayrından şerrinden bölgedeki medreselerin çok önemli Nakşibendî-Şafi geleneği bence irdelemenin çok şey katacağını düşünüyorum. Aynı şekilde Barzani hareketindeki Nakşî karakterin de belirleyicini söyleyerek Kürt coğrafyasında ki medreselerin ne kadar önemli bir fonksiyon icra ettiğinin altını çizmek istiyorum.
A. K.--Böyle yok olmaya yüz tutmasının sebebi bazı şeyhlerin bazı ağaların çok kötü imajından ötürü olabilir mi? Mesele bu gün bakıyoruz bölgede ağalara ve şeyhlere karşı büyük bir tepki var onların yanlışlarından kaynaklı bu bahsettiğiniz medereselere bakış açısı yani geçmişte buydu bizi bunlar ezdi bu zihniyet ezdi gibi bir algı oluşturmaya çalıştırıyorlar. Bu onlarla aynı parelellikte yada bağlantı kurulabilir mi?
F. T.-Buna kısmen hak veriyorum. Yanlış temsilin yol açtığı sorunlarla beraber sosyalist geleneğin sürekli feodalite bağlamında dini ötekileştirmesinin de payı var. Yani ağa şeyh molla üçlüsü şeklinde sürekli ötekileştirmişlerdir. Yani bu günde mesela dini olarak her tür simgeye karşı aşırı bir refleks gösteren gençlik yetişiyor maalesef. Yani bu noktada ideolojik karşıtlık ayrıdır ama medreselerin sıkıntıları konuşmamız ayrıdır. Medreseleri çeşitli dönemlere ayırdık mesela devlet desteğine kuruluş dönemi var o dönem üniversite denginde eğitim vermekte. Sonrasında medrese-mektep ikiliği ve cumhuriyetle beraber tevhidi tedrisat kanunun var eğitimi birleştirmesiyle mektepler medreselerin yerini almıştır. Ondan önce bir dönem mektep medrese birlikte yürümüş daha önce temel din eğitimi medreseler üzerinde veriliyor. İkinci aşamada mektep ve medreselerin birlikte yürüdüğü bir dönem var. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber mekteplerin medreselerin yerini aldığı bir süreç var bu süreçte medreseler köylere kırsala çekilmiştir. Çünkü kamu otoritesinin olmadığı kırsalda mollalar da kendisine faki toplayarak eğitimini sürdürme yolunu basit bir direniş olarak seçmişlerdir. Sonrasında PKK hareketiyle beraber kırsalda tutunamayan Kürt medreseleri bu sefer şehirlerin varoşlarına göç etmiştir. Yani olayın siyasi konjonktürel yönlerini de tahlil etmek lazım ama temelde şu vardır. Medreselerin en büyük sıkıntısı müfredatından kaynaklıdır. Çünkü mevcudu koruma saikiyle hareket ediyorlar. Islaha çok fazla yanaşmıyorlar. Biz medrese hocaların yenilikçiler ve gelenekçiler diye kaba bir tasnife tabi tuttuk. Islah taraftarı olanlar müfredatı da sorguluyorlar ama mevcut konjonktürü de sorguluyorlar. Gelenekçiler ise medreselerin sadece ikbal vaad etmediğinden sebeb zayıfladığını düşünüyorlar. Ve diyorlar ki insanlar zeki çocuklarını tıp okumaya gönderiyor. Evde işe yaramayanı bari din öğren diye faki olarak gönderiyorlar. Böyle şeyler çok konuşulduğunda medreselerin eleştirecek yönleri her zaman her müfredat hem alet ekipman kullanımı, hem de ilahiyatlarla karşılaştırılması, hem de diğer İslam dünyasında ki medrese modelleriyle karşılaştırmasına dair ipuçları var. Ve bence birçok hocamızın görüştüğümüz birkaç hocamız vefat etmiştir Allah rahmet eylesin. Ve vesileyle hayırla yâd edelim onların sözlerinde aslında işin ehlince birer ipucu olabileceği çok ciddi konu değerlendirmelere konu olabileceği düşünüyorum.
A. K.-Aslında bu sizin öncülüğünüzde müftülük ve ilahiyat fakültelerini de harekete geçirmeli bu konuyla ilgili araştırmaları onlar yapmalı bakıyoruz ki tarihi arkeologlar üniversitede mesela çeşitli üniversitelerde ve tarihi yerlerin araştırmasını yapıyorlar o zaman müftülükte ilahiyata bahsettiğiniz medreselerin araştırmasını yapıp güncelleştirmeleri gerekir diye düşünüyorum.
F. T.-Biz zaten hep eleştirel yaklaşıyoruz. Genelde entellektüel karakterdeki insanlar böyledir hep eleştirirler tabi biz eleştirirken yapıcı bir eleştiri yolunu seçiyoruz. Yani en azından şu yanlışsa doğrusu budur diye göstermeye de çalışalım diyorum. Yalnız maalesef Türkiyede’ki ilahiyatların sayısı ilahiyattaki hocaların sayısı bütün bunlar göz önüne alındığından medrese üzerinden siyasi iradenin açılımından önce çok kısır bir müfredat olduğunu görüyoruz. Bu bunlar için bir eleştiri olarak not edilmelidir. İlla ki bir çalışma yapmak için siyasi konjonktürün müsait olmasını beklemek ne kadar sağlıklıdır. Çünkü biz bu çalışmayı yaptığımızda molla açılımının olmadığı dönemdi. Gerçekten zor şartlarla hocalarla görüştük günlerce çokta istifade ettik. Nice değerli cevher köşesinde bu insanlar yarın öbür gün aramızdan ayrılacak her biri birer cevherdir. Mesela ben bir molla Şerif Eroğlu diye bir hocamız vardı. Allah selamet eylesin. Mela Şerif kendi hocası müteveffa Muhammed Aarapkendi ile ilgili kitap yazmış ama ben onunla tanışmak isterdim. O kitabı da okuma imkanı bulduk onun görüşlerinden de istifa ettik. Önerileri yol gösterdi şimdi bir insanı hayırla yad etmek için hep ölmesi mi beklenir. Bu şikâyeti yaparız yani mevcut yaşayan değerlerimizin gün yüzüne çıkarabilmesi için neden harekete geçmez ilahiyatlar müftülükler yani bu manada ciddi anlamda sorgulanması gerekir.
A. K.-Gençlere ne söylemek istersiniz? Gençliğimiz nereye gidiyor? Başörtüsüyle 5 dakikalık bir zamanımız var az böyle ordan ordan sığdırmaya çalışabilir misiniz?
F. T.-Şimdi gençliğin hali maalesef içler acısı. Bardağın dolu tarafını her zaman görürüm ben adil bir yaklaşım için bardağın dolu tarafını teslim ettikten sonra yaklaşmak lazım eleştiri hep umutsuz değerlendirmiyorum. Bir insanın hakkını teslim etmeyi de eleştiri görüyoruz bu manada gençliğimizde ne cevherler olduğunu görüyoruz. Elhamdulillah gençlik potansiyeli yüksek olan bir coğrafyadayız. Lakin genel konuştuğumuzda uyuşturucu bağımlığından tutun da alkole kadar gençliğin ahlaki seviyesinden, politikleşmiş gençlerde var hani fırtına gençlik diye övdükleri gençlik aslında yarın bir çok kesim için rehabilite edilmesi gereken bir probleme dönüşecektir. Bu manada gençliğe sahip çıkmak gençliğe sadece politik bilinç vermek değildir. Aynı zamanda gençliğe ahlaki kişilikte kazandırmaktır. Çünkü genç bugün yaptıklarından 10 yıl sonra pişman olur. Gençtir delikanlıdır heyecanlıdır dolduruşa gelir çabuk harekete geçer bu noktada deneme yanılma yoluyla öğrenmesin gençler bizim gibi kuhulet dönemine geçmiş belirli bir olgunluk yaşa ulaşmış insanların gençliğe rol model olarak güzel insanları göstererek onlarında enerjilerini doğru yöne kanalize etmeli, salık vermemiz lazım. Gençlik büyük bir imkândır. Genç büyük bir dinamizmdir. Bu gençliğin enerjisini eğer hayra teksif ettiğimizde yönlendirdiğimizde nice güzel cevherler ortaya nice güzel hâsılalar ortaya çıkar. Ama bunu şerre olumsuzluğa yönelttiğimizde de devasa bir probrem ve devasa serseri mayınlara dönüşebilir çünkü insanın kendisi bizatihi böyledir. İnsanda hani farklı olarak hasletlerr vardır hem iyiye yönelen, hem de kötülüğe yönelen bu manada islami literatürümüzde çok fazla veri vardır. Çünkü insanın ıslahı toplumun ıslahı böyle başlar her şey önce insandan başlar özelliklede gençliğin temel eğitim noktasından hem öğretim hem de eğitim şimdi medreselerde böyle bir yön vardır. Onu da söyleyelim: Genç medresedeki hocanın dizi dibine oturduğunda ondan sadece bilgi almaz ahlak alır, terbiye alır, edep alır. Bunlar çok önemli yani bu gün malumat internetten de ulaşabilir. Bu malumatın ötesinde insana bir terbiye vermesi eğitimin bu gün milli eğitimin çıkmazı budur. Yani bilgi verebilirsin ama terbiye veremezsin yani bu çok önemli gençliğimiz noktasında böyle bir fark vardır.
A. K.-Son başörtüsüyle ilgi bir iki cümle sarf edebilir misiniz?
F. T.-Şimdi o dönemde biz 28 Şubatı da eleştirdik. O döneme de erdik. O dönemde başörtüsü mücadelesini de canlı bir şekilde yaşadık. Mücadelesini de verdik elhamdülillah. Zaten kitaptaki bir yazı ve bir şiir başörtüsüyle ilgili. Bugün başörtüsü nispi anlamda ciddi anlamda rahatlamıştır. Hükümetin inisiyatifiyle bunu teslim etmek lazım. Bunu söylememiz siyasi bir partinin reklamı değil yani ben bu manada kim ne yaparsa onu teslim etmek adına bunu söylemek lazım. Yine eleştiri hakkını teslim ettikten sonra yanlışını söylemektir. Şimdide onu söyleyeceğim önce mevcut rahatlamanın sebebi hükümettir. Lakin mevzuata bağlanmaması ve ilköğretimi kapsamaması eksikliktir.
A. K.- Katılım ve katkılarınız için teşekkürler.
F. T. – İfade fırsatı sunduğunuz için ben teşekkür ederim.
Kaynak: vansiyaseti.com